Tepeye doğru tırmandıkça, küme küme yığılmış yaban çiçeklerinin yanından geçtiler; bu çiçekler sıra sıra dizili açık çöl renklerindeydiler ve doğrudan kayaların içinden bitmiş görünüyorlardı. Bunlar, böyle beklenmedik, böyle ıssız bir yere tezat yaratacak bir şekilde Caitlin’in hayatında gördüğü en güzel çiçeklerdi.
Sonunda tepenin başına vardılar ve doğruca kapıya doğru yürüdüler. Caitlin, Davut Yıldızının cebinde yandığını hissediyordu ve gelmeleri gereken yerin burası olduğunu anlamıştı.
Başını kaldırıp yukarı baktı ve girişin üzerinde, taşa gömülü, etrafı İbranice harflerle çevirili, kocaman, altından bir Davut yıldızı gördü. İsa’nın çok zaman geçirdiği bir yere girmek üzere olduğunu düşünmek inanılmazdı. Caitlin her nasılsa bir kiliseye girmeyi beklemişti— ama tabii bunu düşününce pek anlamlı bir beklenti içine girmemiş olduğunu fark etti, çünkü doğal olarak, İsa ölene kadar kiliseler henüz daha yapılmamıştı. İsa’yı bir sinagogun içinde düşünmek garip geldi—ama yine her şeye rağmen Caitlin onun bir Yahudi ve bir Haham olduğunu biliyordu ve bu yüzden sinagogda olması da oldukça anlamlı ve doğaldı.
Fakat bütün bunların onun babasını aramasıyla ne gibi bir ilgisi vardı? Ya da kalkanla? Caitlin bütün bunların birbiriyle ilişkisi olduğunu giderek daha güçlü bir şekilde hissediyordu, bütün o yüzyılların, bulunduğu zaman ve yerlerin, bütün o manastırlarda ve kiliselerde yaptığı araştırmaların, bütün anahtarların ve haçların hepsinin birbiriyle bağlantısı vardı. Caitlin, bütün bunların ortak özelliklerinin orada gözlerinin önünde durduğunu hissetti. Ama bunun ne olduğunu hala bilmiyordu.
Bulması gereken her neyse onda kutsal, ruhani bir yan olduğu açıktı. Bu da Caitlin’e garip göründü, çünkü her şeye rağmen bu vampirler dünyasıydı. Ama sonra yine, biraz düşününce, Caitlin bunun aynı zamanda doğaüstü iyi ve kötü güçler arasında, insan ırkını korumak isteyenlerle ona zarar vermek isteyenler arasındaki ruhani bir savaş olduğunun farkına vardı. Ve açıkçası, bulması gereken her neyse, bunun sadece vampir ırkı için değil, aynı zamanda insan ırkı için de büyük bir sonucu olacaktı.
Caitlin aralık kapıya baktı ve doğrudan içeri girip girmemeye karar vermeye çalıştı.
Caitlin “Kimse yok mu?” diye seslendi.
Biraz bekledi, sesi yankılandı. Ama hiçbir yanıt gelmedi.
Caleb’e baktı. Caleb başını salladı ve Caitlin, Caleb’in de doğru yerde olduklarını hissettiğini anladı. Caitlin uzandı, elini eski ahşap kapının üzerine koydu ve kapıyı usulca geriye itti. Kapı açılırken ses çıkardı ve Caitlin ve Caleb karanlık yapıya girdiler.
Burası güneşten korunduğu için daha serindi. Caitlin’in gözlerinin içeriye alışması biraz zaman aldı. Ardından gözleri karanlığa yavaşça alıştı ve Caitlin önüne serilen mekâna baktı.
Burası Caitlin’in hayatında gördüğü başka hiçbir şeye benzemiyordu, muhteşemdi. Caitlin’in bulunduğu pek çok kilise gibi ihtişamlı değildi; aslında oldukça mütevazı bir yapıydı, mermerden ve kireçtaşından yapılmış, sütunlarla donatılmıştı ve tavanda da oldukça karmaşık oymalar vardı. Ne uzun uzun sıralar ne de oturacak başka bir yer vardı – burası yalnızca büyük, boş bir alandan ibaretti. En uzak köşede basit bir sunak vardı— ama üzerinde bir haç yerine büyük bir Davut Yıldızı duruyordu. Onun arkasında üzerine iki büyük oyma süs işlenmiş küçük altından bir dolap vardı.
Duvarlarda yalnızca birkaç küçük kemerli pencere vardı ve pencerelerden içeriye güneş ışığı girmesine karşın içerisi hala loştu. Burası oldukça sessiz ve hareketsizdi. Caitlin yalnızca arkasından gelen dalgaların uzaktaki kıyıya vurma seslerini duyabiliyordu.
Caitlin ve Caleb birbirlerine baktılar ve ardından birlikte sunağa doğru yavaşça yürümeye başladılar. Onlar yürüdükçe ayak sesleri mermerin üzerinde yankı yaptı; Caitlin izlendikleri hissini üzerinden bir türlü atamıyordu.
En sona kadar yürüdüler ve altından dolabın önünde durdular. Caitlin altına oyulan diyagramları inceledi: oldukça detaylı ve karmaşıktılar, bunlar Caitlin’e Floransa’daki kiliseyi, o büyük Duomo katedralini, onun altından kapılarını hatırlattı. Burada da sanki o şekilleri oymak için birisi bütün bir ömrünü harcamış gibi görünüyordu. Dolabın üzerindeki süslerin görüntülerine ek olarak, bir de bunların etrafına İbranice harfler kazılmıştı. Caitlin dolabın içinde ne olduğunu merak etti.
“Tevrat,” diye bir ses geldi.
Caitlin kendilerininkinden başka bir ses duyunca şoke oldu ve hemen arkasını döndü. Birinin, onun algılamasını atlatarak nasıl bu kadar sessiz kalabildiğini— ve bundan da öte birinin nasıl olup da düşüncelerini okuyabildiğini anlamadı. Bunu yalnızca çok özel birisi başarabilirdi. Bu ya bir vampir ya kutsal bir insan ya da her ikisinin bir karışımı olabilirdi.
Onlara doğru yürüyen beyaz cübbe giymiş bir adamdı; başlığını geriye itmişti ve uzun, dağınık açık kahverengi saçları ve aynı renkte sakalı vardı. Çok güzel mavi gözlere sahipti ve bir gülümsemeyle aydınlanan şefkatli bir yüzü vardı. Belki kırklarındaydı ama hiç yaşını göstermiyordu. Elinde tuttuğu değnekle biraz aksayarak onlara doğru yürüdü.
“Onlar Eski Ahit’in süslemeleridir. Musa’nın beş kitabının. İşte o altından kapıların arkasındaki de odur.”
Aralarında birkaç adım kalana kadar yaklaştı ve Caitlin ve Caleb’in önünde durdu. Doğruca Caitlin’e baktı ve Caitlin ondan gelen yoğunluğu hissetti. Karşısındakinin sıradan bir insan olmadığı açıktı.
Adam değneğinin üzerinde tuttuğu elini uzatmadan “Ben Paul,” dedi.
“Ben Caitlin ve bu da kocam Caleb.”
Adam içten bir şekilde gülümsedi.
“Biliyorum.”
Caitlin kendini aptal gibi hissetti. Bu adamın onun düşüncelerini çok kolay bir şekilde okuyabildiği açıktı ve belli ki Caitlin hakkında çok şey biliyordu, öte yandan Caitlin onun hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Bu tüyler ürpertici bir histi, bütün bu insanlar, içinde bulunduğu bütün yüzyıllar ve yerler onu biliyorlardı ve hep onu beklemişlerdi. Bu Caitlin’in içini eskisinden daha büyük bir amaç ve görev duygusuyla doldurdu. Ama amacının, görevinin ne olduğunu ya da bir sonraki adımda nereye gideceğini bilememek Caitlin’i giderek usandırıyordu.