Caitlin ve Caleb küçücük sokakları geçerlerken, burası onlara tamamıyla terk edilmiş gibi geldi. Caitlin, bir ipucuna işaret edebilecek İsa’dan, babasından, kalkandan ya da Scarlet’ten herhangi bir iz aradı ama hiçbir şey bulamadı.
Caleb’e döndü.
“Şimdi ne yapacağız?”
Caleb boş gözlerle ona baktı. O da Caitlin gibi ne yapacağını bilemiyormuş gibi görünüyordu.
Caitlin döndü, köyün duvarlarını, o mütevazı mimariyi araştırdı ve köyün içine doğru bakınca doğruca okyanusa giden dar, eski bir yol fark etti. Köyün girişinden o yolun izini takip edince uzakta, okyanusun parladığını gördü.
Caleb’i hafifçe dürttü ve Caleb de gördü ve Caitlin köyden çıkarak kıyıya doğru yürüyünce onu takip etti.
Kıyı şeridine yaklaştıklarında, Caitlin küçük, açık renklere boyanmış üç tane balıkçı teknesi gördü, hava şartlarından ötürü yıkık dökük, yarı kuma gömülü bir haldelerdi ve dalgaların arasında inip kalkıyorlardı. Birisinde bir balıkçı oturuyordu ve diğer iki teknenin yanında da bileklerine kadar okyanusun içinde olan iki tane daha balıkçı duruyordu. Bunlar griye çalan saçları ve aynı renkte sakalları olan yaşlı insanlardı, yüzleri de tekneleri gibi yıpranmış, güneş yanıkları ve derin kırışıklıklarla doluydu. Güneşten korunmak için beyaz cübbeler giymişler ve beyaz başlıklar takıyorlardı.
Caitlin onları seyrederken, balıkçılardan ikisi bir balık ağını yukarı kaldırdılar ve yavaşça dalgaların içinden kendilerine doğru çektiler. Balıkçılar dalgalarla boğuşarak ağı çekerken teknelerin birinden küçük bir çocuk dışarı zıpladı ve onların ağı çekmesine yardım etmek için ağa doğru koştu. Ağ kıyıya yaklaşınca Caitlin düzinelerce balık yakalamış olduklarını gördü, hepsi kıpır kıpırdı ve çırpınıyorlardı. Yaşlı adamlar oldukça karamsar görünürlerken küçük oğlan mutlu bir şekilde tiz bir ses çıkardı.
Caitlin ve Caleb—özellikle de kıyıya çarpan dalgaların sesinden dolayı— onlara çok ses çıkartmadan yaklaşmışlardı ve bu nedenle adamlar hala yanlarına kadar geldiklerinin farkında değillerdi. Caitlin onları ürkütmemek için öksürdü.
Hepsi hemen arkalarını döndü ve onun olduğu tarafa baktı. Caitlin onların gözlerindeki şaşkınlığı görebiliyordu. Ama bunun için onları ayıplamadı: Caleb ve kendisinin görüntüleri şoke edici olmalıydı, ikisinin de üzerinde modern deri savaş giysileri vardı ve baştan ayağa siyahlar içindeydiler. Doğrudan gökyüzünden düşmüş gibi görünüyor olmalılardı.
Caitlin “Sizi rahatsız ettiğimiz için özür dileriz,” diye başladı ve en yakınındaki adama “ama bir şey sormak istiyorduk, acaba burası Capernaum mu?” diye sordu.
Adam önce ona sonra Caleb’e ve ardından tekrar ona baktı ve yavaşça evet anlamında başını salladı.
Caitlin “Biz birini arıyoruz,” diye devam etti.
Başka bir balıkçı “Peki kim bu aradığınız?” diye sordu.
Caitlin tam “Babam,” diyecekti ama bunun bir işe yaramayacağını fark ederek hemen kendine engel oldu. Zaten söylese de babasını nasıl tarif edecekti ki? Daha onun kim olduğunu ya da neye benzediğini bile bilmiyordu.
Bu yüzden, onun yerine hemen aklına gelen tek kişiyi, onların tanıyabileceği birini söyledi: “İsa.”
Caitlin kısmen, onunla dalga geçeceklerini, ona güleceklerini, ona delinin tekiymiş gibi bakacaklarını— ya da İsa’nın kim olduğuna dair hiçbir fikirlerinin olmadığını söyleyeceklerini bekliyordu.
Ama verdiği cevap karşısında pek şaşırmadıklarını, aksine onu ciddiye aldıklarını görünce hayret etti.
İçlerinden biri “İki hafta önce buradan ayrıldı,” dedi.
Caitlin’in kalbi duracak gibi oldu. Demek doğruydu. O gerçekten hayattaydı. Gerçekten onun zamanındaydılar. Ve o gerçekten burada, bu köyde bulunmuştu.
Balıkçılardan diğeri “Ve bütün takipçileri onunla,” dedi. “Sadece bizim gibi yaşlılar ve çocuklar geride kaldı.”
Caitlin şaşkınlık içerisinde, “Demek o gerçek öyle mi?” diye sordu. Hala buna inanmakta güçlük çekiyordu; bütün bunlar kavrayamayacağı kadar fazlaydı.
Oradaki oğlan çocuğu ayağa kalktı ve Caitlin’e doğru yürüdü.
“O büyük babamın elini iyileştirdi,” dedi. “Bak eline. Büyükbabam cüzzamdı. Ama şimdi iyileşti. Göstersene ona büyükbaba.”
Yaşlı adam yavaşça döndü ve elbisesinin kolunu yukarıya doğru çekti. Eli oldukça normal görünüyordu. Aslında Caitlin daha yakından bakınca bir elin gerçekten diğerinden daha genç göründüğünü gördü. Bu olağanüstüydü. Adam on sekiz yaşındaki bir oğlan çocuğunun eline sahipti. Pembe, gergin ve sağlıklıydı— sanki adama yeni bir el verilmiş gibiydi.
Caitlin buna inanamıyordu. İsa gerçekti. Gerçekten insanları iyileştirmişti.
Bir zamanlar cüzzam olan ama şimdi mükemmel bir şekilde iyileşen bu adamın elini görmek Caitlin’in tüylerini diken diken etti. Her şey apaçık ortadaydı. İlk defa Caitlin gerçekten İsa’yı, babasını ve Kalkanı bulabileceğini umdu. Ve belki bunlar onu Scarlet’e götürecekti.
Caleb “Nereye gittiğini biliyor musunuz?” diye sordu.
Balıkçılardan biri kıyıya çarpan dalga seslerinin arasından “Bizim duyduğumuza göre Kudüs’e,” diye cevap verdi.
Caitlin Kudüs diye düşündü. Bir an çok uzak geldi. Bütün bir yolu uçarak buraya, Capernaum’a kadar gelmişlerdi. Ve şimdi boşa kürek çekiyorlarmış gibi hissetti. Bütün uğraşlarının sonunda hiçbir şey elde edemeden, elleri boş bir şekilde geri dönmek zorunda kalacaklardı.
Fakat Caitlin elindeki Davut Yıldızının neredeyse yandığını hissedebiliyordu ve Capernaum’a gönderilmiş olmalarının bir nedeninin olmak zorunda olduğundan emindi. Burada daha başka bir şeyler, bulmaları gereken bir şeyler olduğunu hissetti.
Balıkçılardan biri “Havarilerinden biri hala burada,” dedi. “Paul. Ona sorabilirsiniz. Tam olarak nereye gitmekte olduklarını o bilebilir.”
Caitlin “Nerede o?” diye sordu.
Adam “Bütün hepsinin zamanlarını geçirdikleri yerde. O eski sinagogda,” dedi. Döndü ve başparmağıyla omzunun üzerinden işaret etti.
Caitlin arkasını döndü ve omzunun üzerinden baktı. Orada, bir tepenin üzerine kurulu, okyanusa yukarıdan bakan inanılmaz güzellikte, küçük kireçtaşından bir tapınak gördü. Bu zamanda bile şimdiden eski görünüyordu. Çapraşık kolonlarla donatılmış, dalgalı denize yukarıdan bakıyordu. Caitlin buradan bile oranın kutsal bir yer olduğunu sezebiliyordu.
Balıkçılardan biri “Orası İsa’nın sinagogu,” dedi. “Tüm zamanını geçirdiği yer orasıdır.”
Caitlin “Teşekkür ederim,” dedi ve oraya doğru yürümek için döndü.
Tam dönerken ona bunu söyleyen adam uzandı ve yeni, sağlıklı eliyle Caitlin’in kolunu tuttu. Caitlin durdu ve ona baktı. Adamın elinden kendi koluna yayılan enerjiyi hissedebiliyordu. Bu hayatında hissettiği hiçbir şeye benzemiyordu. İyileştiren, rahatlatan bir enerjiydi.
Adam “Sen buradan değilsin değil mi?” diye sordu.
Caitlin adamın gözlerinin içine baktığını hissetti ve bir şeyler sezdiğini anladı. Ona yalan söylemenin bir işe yaramayacağının farkına vardı.
Yavaşça başını iki yana salladı. “Hayır, değilim.”
Adam uzun süre bakışlarını onun üzerinden çekmedi, ardından tatmin olmuş bir şekilde yavaşça başını salladı.
Caitlin’e “Onu bulacaksın,” dedi. “Bunu hissedebiliyorum.”
*
Caitlin ve Caleb kıyıdan yukarıya doğru yürüdü, dalgalar arkalarından kıyıyı dövüp duruyordu ve havada ağır bir tuz kokusu vardı. Özellikle çöl sıcağında o kadar zaman geçirdikten sonra havadaki serin esinti ferahlatıcıydı. Döndüler ve küçük bir tepeyi tırmandılar; tepenin üstünde o eski sinagog yer alıyordu.
Caitlin yaklaşırlarken başını kaldırıp baktı: aşınmış kireçtaşından yapılan yapı binlerce yıldır buradaymış gibi görünüyordu. Caitlin buradan yayılan enerjiyi hissedebiliyordu; burası kutsal bir yerdi, buna şimdiden emindi. Kocaman, kemerli kapısı yarı aralıktı ve okyanus esintisiyle sarsılıp sallandıkça bir gıcırtı çıkartıyordu.