Kamyonetin, tüm bunlara rağmen sorun çıkarmaması beni şaşırtıyor. Buldok misali ilerlemeye devam ediyor. Çok geçmeden, en kötü kısmı aşmayı başarıyoruz ve bir dönemeci de geçince birden eski evimizi görüyorum ileride.
“Bak! Babamızın evi!” diye bağırıyor Bree heyecan içinde.
Ben de evimizi gördüğüm için çok mutluyum. Nihayet geldik ve hala yeterince zamanımız var.
“Gördün mü?” diyorum Logan'a. “Çok da kötü değilmiş.”
Logan hâlâ gergin görünüyor; yüzü belirgin bir gerginlik içinde ağaçlıklara bakıyor.
“Buraya kadar gelmeyi başardık.” diye homurdanıyor. “Ama henüz geri dönmedik.”
Her zamanki gibi… Hatalı olduğunu asla kabul etmez.
Kamyoneti eski evimizin önüne çektiğimde yerde köle avcılarının izlerinin olduğunu görüyorum. Eski günler geliveriyor birden aklıma. Bree'yi ele geçirdiklerinde yaşadığım o dehşet… Yanına giderek elimi omuzuna uzatıyorum ve onu sıkıca kavrıyorum. Bir daha asla onu gözümün önünden ayırmamaya kararlıyım.
Kontağı kapatıyorum ve hep birlikte arabadan inerek hızlı adımlarla eve doğru ilerliyoruz.
“Dağınıklığı için kusura bakma artık.” diyorum Logan'a kapıyı açmak için öne geçerek. “Misafir beklemiyordum.”
Normalin aksine gülümsüyor.
“Ha ha!” diyor düz bir şekilde. “Ayakkabılarımı da çıkarayım mı?”
Mizahi bir karşılık… Bu, beni şaşırtıyor.
Kapıyı açıp içeri girdiğimde yüzümdeki tebessüm aniden kayboluveriyor. Önümdeki manzara karşısında kalbim duracak gibi oluyor. Sasha, etrafa yayılan kurumuş kanı ve cansız bedeni donmuş bir şekilde orada öylece yatıyor. Birkaç adım ilerisinde Sasha'nın öldürdüğü köle avcısının yere serilmiş donuk cesedi var.
Bir üzerimdeki cekete baktım—bir de onun ceketine—bir elbiselerime baktım—bir de onunkilere—bir kendi botlarıma baktım—bir de onun botlarına—ve kendimi bir garip hissettim. Sanki onun yürüyen ikizi gibiyim.
Logan da bunu fark etmiş olacak ki bana bakarak:
“Donunu da almadın değil mi?” diye soruyor.
Şöyle bir yere bakıyorum ve almadığımı hatırlıyorum. Bunu yapmam fazla olurdu.
Başımı sallıyorum.
“Aptal…” diyor.
O söyleyince, haklı olduğunu fark ediyorum. Eski pantolonum ıslak ve soğuk. Üzerime yapışıyor. Hem kendim için olmasa bile Ben'in işine yarayabilir. Bunları görmezden gelmek yazık olur. Neticede, gayet güzel kıyafetler…
O anda, boğuk bir ağlama sesi duyuyorum ve dönüp baktığımda Sasha'nın başında duran Bree'yi görüyorum. Yere çömüş, eski köpeğine bakarken onun yüzünü öylesine acı içinde görmek yüreğimi parçalıyor.
Yanına giderek ona sarılıyorum.
“Tamam, Bree…” diyorum. “Ona daha fazla bakma.”
Alnından öperek başını başka yöne çevirmeye çalışıyorum ama şaşırtıcı bir güçle beni itiyor.
“Hayır!” diye bağırıyor.
İlerleyerek dizleri üzerine çöküyor ve yerde yatmakta olan Sasha'yı kucaklıyor. Kollarını, boynuna doluyor ve onu kendine doğru çekerek başından öpüyor.
Logan ile birbirimize bakıyoruz. İkimiz de ne yapacağımızı bilemiyoruz.
“Zamanımız yok.” diyor Logan. “Onu bırakıp işe koyulmamız gerekiyor.”
Ben de yanına çökerek Sasha'nın başını okşuyorum.
“Her şey iyi olacak, Bree. Sasha şimdi daha güzel bir yerde. Şimdi daha mutlu. Duyuyor musun beni?”
Gözlerinden yaşlar süzülüyor. Doğrularak derin bir nefes alıyor ve elinin tersi ile göz yaşlarını siliyor.
“Onu bu şekilde bırakamayız.” diyor. “Onu gömmemiz gerek.”
“Gömeceğiz.” diyorum.
“Yapamayız.” diyor Logan. “Toprak tamamen donmuş durumda.”
Ayağa kalkıp şimdiye kadar hiç olmadığı kadar büyük bir sinirle Logan'a bakıyorum. Sinirli oluşum, özellikle haklı olduğunu bilmemden. Bunu düşünmem gerekirdi.
“Peki, ne yapmamızı önerirsin?” diye soruyorum.
“Bu, benim sorunum değil. Ben dışarıyı kolluyor olacağım.”
Logan arkasını dönerek dışarı çıkıyor ve arkasından dış kapıyı çarpıyor.
Bree'ye bakıyorum; hemen bir şeyler düşünmeye çalışıyorum.
“Haklı…” diyorum. “Onu gömmek için zamanımız yok.”
“HAYIR!” diye haykırıyor. “Söz vermiştin.Söz vermiştin!”
Haklı, söz vermiştim. Ama enine boyuna düşünmemiştim. Sasha'yı burada böylece bırakmak beni kahrediyor. Ama kendi canımızı da riske atamam. Hem Sasha da bunu istemezdi.
Bir fikrim var.
“Nehre ne dersin, Bree?”
Dönüp bana bakıyor.
“Onu suya gömsek ne olur? Hani, şerefle ölen askerlere yaptıkları gibi…”
“Ne askerleri?” diye soruyor.
“Askerler denizde öldükleri zaman, onları denize gömerler. Bu, bir çeşit şeref törenidir. Sasha nehiri severdi. Eminim orada mutlu olacaktır. Sasha'yı da yanımızda götürerek onu nehire gömebiliriz. Olmaz mı?”
Vereceği cevabı beklerken kalbim hızla atmaya başlıyor. Zamanımız daralıyor ve değer verdiği şeyler konusunda Bree'nin ne denli inatçı olabileceğini de çok iyi biliyorum.
Ama şükür ki kabul ediyor.
“Olur.” diyor. “Ama onu ben taşıyacağım.”
“Ama senin için çok ağır…”
“Onu ben taşımazsam, hiçbir yere gelmiyorum.” diyor elleri belinde, kararlı bakışlarla bana bakarak. Asla ikna olmayacağını gözlerinden görebiliyorum.
“Tamam.” diyorum. “Sen taşı.”
Birlikte Sasha'yı yerden kaldırıyoruz ve ardından işimize yarayabilecek başka bir şey var mı diye şöyle bir evi kolaçan ediyorum. Hızla köle avcısının cesedinin yanına giderek pantolonunu çıkarıyorum. Tam o sırada cebinde bir şey olduğunu fark ediyorum. Büyük ve metal bir şey olduğunu hissedince mutlu bir şaşkınlık alıyor beni. Sustalı bir bıçak çıkıyor cebinden. Elime alır almaz ürperiyorum ve hemen kendi cebime atıveriyorum.
Belki işe yarar şeyler bulurum diye odadan odaya koşarak evin kalanını da hızla gözden geçiriyorum. Birkaç eski çuval buluyorum ve hepsini alıyorum. Birini açıp içine Bree'nin en sevdiği The Giving Tree kitabını ve benim Lord of the Flies kopyamı koyuyorum. Dolaplardan birine giderek içindeki tüm mum ve kibritleri alıp, onları da çuvala atıyorum.
Mutfaktan girip garajdan çıkıyorum. Köle avcıları evi bastığında tüm kapılar kapı olmaktan çıkmıştı zaten. Garajın arka tarafına bakmaya zamanları olmamıştır diye umut ediyorum. Çünkü orada alet kutusu vardı. Duvardaki bir girintiye iyice saklamıştım onu. Hemen arka tarafa koşup onun hala orada olduğunu görünce rahat bir nefes alıyorum. Ağır olduğu için tüm kutuyu taşımak zor. Bu yüzden, hemen içine dalarak işe yarar ne var diye göz atıyorum. Küçük bir çekiç, tornavida ve küçük bir kutu da çivi alıyorum. Bir de bataryası içinde olan bir fener buluyorum. Deneyince çalıştığını görüyorum. Küçük bir pense takımı ve bir de ingiliz anahtarı alarak kutuyu kapatıyorum ve gitmeye hazırlanıyorum.
Tam çıkmak üzereyken, yukarıda, duvarın üstünde gözüme bir şey takılıyor. Bir kancaya asılı, düzgünce toplanmış büyük bir çelik halat… Bunu tamamen unutmuştum. Yıllar önce, babam bunu alıp, biz eğlenelim diye iki ağaç arasına bağlamıştı. Bir kereye mahsus bununla oynamıştık ama sonra bir daha oynamamıştık. Babam da alıp garaja asmıştı. Şimdi ona bakınca, değerli olabileceğini düşünüyorum. Alet tezgahına çıkıp uzanıyorum ve onu bir omuzuma, çuvalları diğer omuzuma atıp çıkıyorum.
Hızla garajdan ayrılıp eve geri dönüyorum. Bree, Sasha'yı kucağına almış ona bakar bir vaziyette orada öylece duruyor.
“Hazırım.” diyor.
Hızla ön kapıdan çıkıyoruz. Logan dönüp Sasha'yı görünce başını sallıyor.
“Onu nereye götürüyorsunuz?” diye soruyor.
“Nehre…” diyorum.
Olmaz dercesine tekrar başını sallıyor.
“Zaman daralıyor.” diyor. “Geri dönmemiz için son 15 dakikanız var. Yiyecekler nerede?”
“Burada değil.” diyorum. “Daha yukarıda, benim bulduğum kulübeye çıkmamız gerek. 15 dakika içinde halledebiliriz.”
Bree ile birlikte kamyonete doğru yürüyorum ve çelik halatla çuvalları kamyonetin arkasına atıyorum. Yiyecek taşımakta işe yarar diye boş çuvalları da yanıma alıyorum.