“Ne yapıyorsun?” diye soruyorum.
“Sence?” diye soruyor. “Sizi yalnız gönderecek değilim.”
O anda içim rahatlıyor. Tek başıma gidecek olsaydım, o kadar umursamazdım ama Bree'yi de kollamak için bir kişinin daha olması beni çok rahatlatıyor.
Logan da bottan atlayarak rıhtıma iniyor.
“Bak söylüyorum sana bu çok aptalca bir fikir!” diyor yanıma gelir gelmez. “Yolumuza devam etmeliyiz. Havanın kararmasına az kaldı. Gölün üstü buz tutabilir. Burada takılıp kalmamız işten değil. Köle avcılarından hiç bahsetmiyorum bile. Sadece 90 dakikan var, anladın mı? 30 dakika gidiş, 30 dakika keşif, 30 dakika da dönüş için… Hiçbir nedenle daha fazla uzatmak yok. Aksi takdirde, seni almadan dönerim.”
Etkilenmiş ve minnet dolu gözlerle ona bakıyorum.
“Anlaştık!” diyorum.
Yapmış olduğu fedakarlığı düşününce kendimi daha farklı hissediyorum. Bana karşı takındığı tüm tavırlarına rağmen, aslında beni gerçekten sevdiğini düşünmeye başlıyorum. Ve düşündüğüm kadar bencil olmadığını da…
Tam dönüp gidecekken, bottan başka bir ses daha yükseliyor.
“Bekleyin!” diye bağırıyor Ben.
Dönüp bakıyorum.
“Beni burada Rose ile yalnız bırakamazsınız! Ya biri gelirse? O zaman ne yaparım?”
“Sen bota göz kulak ol!” diyip tekrardan gitmek için arkasını dönüyor Logan.
“Bunu nasıl çalıştıracağımı bile bilmiyorum!” diye bağırıyor Ben. “Yanımda korunmak için silah bile yok!”
Logan sinirli bir şekilde dönerek hızla bota yaklaşıyor ve bacağındaki kayışa taktığı silahlardan birini çıkararak Ben'e fırlatıyor. Silah, göğsüne öylesine sert çarpıyor ki Ben resmen sarsılıyor.
Logan alaycı bir edayla, “Belki kullanmayı da öğrenirsin böylece!” diyerek tekrar dönüyor.
Nasıl kullanacağını bile bilmediği silah elinde, çaresiz ve korkmuş bir şekilde orada öylece kalan Ben'e bakıyorum. Tam anlamıyla dehşet içinde görünüyor.
Onu teselli etmek istiyorum. Her şeyin iyi olacağını; en kısa sürede döneceğimizi söyleyerek… Ama arkamı dönüp önümüzdeki o koskocaman sıra dağlara bakınca, ilk kez, ben bile bundan emin olamıyorum.
İKİ
Karın içinde hızlı adımlarla ilerliyoruz. Endişe içinde kararan gökyüzüne baktığımda zamanın baskısını hissediyorum. Arkamı döndüğümde karda beliren ayak izlerimi görüyorum ve onların ötesinde, geride, botun içinde gözleri kocaman açık bir şekilde bize bakan Rose ve Ben'i görüyorum. Rose, kendisi kadar korkmuş olan Penelop'a sıkısıkıya sarılmış. Penelope havlıyor. O üçünü botta yalnız başlarına bıraktığımız için üzülüyorum ama görevimiz için bunun gerekli olduğunun farkındayım. İhtiyacımız olan kaynakları ve yiyeceği bulabileceğimize inanıyorum ve köle avcılarından da oldukça uzakta olduğumuz düşüncesindeyim.
Karla kaplanmış olarak hızla harap kulübeye doğru koşuyorum. Yıllar önce içine sakladığım kamyonun hala içeride olması için dua ederek eğik kapısını hızla açıyorum. Deposunda yaklaşık 8 saatlik yakıt kalmış, arabadan daha çok bir hurdayı andıran eski püskü paslanmış bir kamyonet. 23. Yol'da tökezleyince onu dikkatli bir şekilde nehrin aşağısında kalan buraya saklamıştım belki yine ihtiyaç duyarım diye. O takla attığı anda ne denli şaşırdığımı hatırlıyorum.
Kulübenin kapısı gıcırdayarak açılıyor ve işte orada! Hala bıraktığım ilk günkü gibi samanların altında, orada öylece duruyor. İçime bir rahatlama yayılıyor. Yanına giderek samanları kaldırıyorum. Donmuş metale dokununca ellerim buz kesiyor. Kulübenin arka tarafına geçerek ambarın iki kapısını da açıyorum ve bu sayede içeriye ışık giriyor.
“Güzel tekerler…” diyor Logan arkamdan gelip kamyoneti inceleyerek. “Bunun çalıştığına emin misin?”
“Hayır.” diyorum. “Ama babamın evi yaklaşık 30 kilometre uzakta ve dağa tırmanma gibi bir şansımız da yok.”
Ses tonundan, aslında bu göreve çıkmayı hiç istemedeğini, bota geri dönüp nehir boyunca yukarı gitmek istediğini anlayabiliyorum.
Sürücü koltuğuna geçerek koltuğun altında anahtarları arıyorum. Nihayet derinlerde bir yerde elime çarpıyor. Anahtarı kontağa takıp,derin bir nefes alarak gözlerimi kapatıyorum.
Lütfen Tanrım, lütfen!
İlk önce hiçbir hareket yok. Kalbim duracak gibi oluyor.
Ama anahtarı tekrar tekrar, vazgeçmeden çeviriyorum ve yavaş yavaş bir hareketlilik olmaya başlıyor. Başlangıçta sanki ölmekte olan bir kedi sesi gibi bir ses çıkıyor. Ama vazgeçmeden çevirmeye devam edince, nihayet daha çok kendini toparlamaya başlıyor.
Hadi yavrum, hadi!
Sonunda gürleme sesiyle birlikte hayat belirtileri göstermeye başlıyor. Arka tekerler üzerinde bariz bir şekilde hareketlilik meydana geliyor ve neticesinde çalışıyor.
İçimdeki rahatlamayla birlikte gülümsememek elimde değil. Çalışıyor. Gerçekten çalışıyor. Artık evime gidip, köpeğimi gömüp, yiyecek alabileceğiz. Sanki Sasha yukarıdan bize yardım ediyormuş gibi bir his kaplıyor bedenimi. Belki, babam da…
Yolcu koltuğunun kapısını açarak heyecan içinde kamyonete biniyor Bree ve o tek kişilik koltukta biraz daha bana doğru yanaşıyor. Hemen yanına Logan binerek kapıyı kapatıyor ve ileriye bakıyor.
“Neyi bekliyorsun?” diye soruyor. “Saat işliyor.”
“Aynı şeyi sürekli söylemene gerek yok!” diyerek onun gibi karşılık veriyorum ben de.
Kamyoneti çalıştırarak ikindi vakti aydınlığında harap kulübeden dışarı çıkıyoruz. Önce tekerler karlı zemine takılıyor ama biraz daha gaza yüklenince yol almaya başlıyoruz.
Yalın tekerler üzerinde ilerledikçe her seferinde sarsılıyoruz. Ama durmaksızın ilerlemeye devam ediyoruz. Zira, o an aklımda olan tek şey ilerlemek…
Çok geçmeden, küçük bir kasaba yoluna çıkıyoruz. Gün içinde karın erimiş olması beni çok mutlu ediyor yoksa asla başaramayız.
Nihayet iyi bir hıza ulaşmaya başlıyoruz. Kamyonet beni gerçekten şaşırtıyor, çalıştıkça iyice kendine geliyor. 23 numaralı yoldan batıya doğru giderken hızımız neredeyse 40 kilometreye ulaşıyor. Gaza basmaya devam ediyorum. Ta ki, bir çukura denk gelinceye kadar… Pişman oluyorum. Hepimiz başımızı çarparak inliyoruz. Karlı zemindeki çukurları görmek neredeyse imkansız. Ben ise bu yolların ne denli kötü olduğunu unutmuşum.
Bir zamanlar evime gittiğim bu yoldan tekrar geçiyor olmak gerçekten tüyler ürpertici. Eskiden köle avcılarını takip ettiğim bu yolda ilerledikçe, bir anda eski anılar geçiveriyor gözlerimin önünden. Motosikletimle bu yoldan hızla inip ölümle burun buruna geldiğim o anı anımsıyorum ve hemen bu düşünceden kurtulmaya çalışıyorum.
Az daha ilerleyince, yola devrilmiş, üstü tamamen karla kaplı bir ağaç çıkıyor karşımıza. Hemen, bizi koruyan bazı isimsiz yardımseverlerin, köle avcılarının yolunu kesmek için devirdikleri ve benim yoluma düşen o ağaç olduğunu fark ediyorum. Elimde olmadan, acaba hala ormanın derinliklerinde yaşayan belki de hali hazırda bizi gözetlemekte olan kişilerin olup olmadığını merak ediyorum. Ormanlığı iyice tarayarak etrafa şöyle bir bakınıyorum. Ama hiçbir ize rastlamıyorum.
Hala yeterince zamanımız var ve neyse ki her şey yolunda gidiyor. Bu duruma inanmak biraz güç. Her şey sanki çok kolay oluyor. Yakıt göstergesine bakıyorum, çok fazla kullanmamışız. Hoş, göstergenin ne denli doğru olduğunu bilmiyorum. Bir an, gidip dönmemiz için yakıtımızın yeterli olup olmayacağını merak ediyorum. Acaba bu koyulduğumuz iş, aptalca bir fikir miydi diye düşünmeden edemiyorum.
Nihayet, bizi dağın yukarısına, babamın evine götürecek olan dar ve rüzgarlı ana yola çıkıyoruz. Dağ yolunu döndükçe ve sağ tarafımdaki dik uçurumların kıyısından geçtikçe gerginliğim iyice artıyor. Dışarı baktığımda gördüğüm, Catskill'i çevreleyen sıra dağların inanılmaz güzellikteki manzarasından gözümü alamıyorum. Ama uçurumlar çok dik ve burada kar daha kalın. Yanlış bir manevrada, yanlış bir patinajda tüm bu kar yığınının çığ halinde aşağı ineceğinin farkındayım.