Kalabalık arttı. Yüzlerce köylü bu gergin açmazı izlemek üzere toplanıyor ve bir çatışma olacağını hissediyorlardı. Aynı zamanda diğerleri geriye çekilmiş iki adamın etrafında yer açmışlardı ve havadaki gerilim daha da artmıştı.
Kyra kalbinin deli gibi çarptığını hissetti. Bilinçsiz bir şekilde yayının kabzasını sıktı, tansiyonun yükseleceğini biliyordu. Her ne kadar savaşmayı ve özgürlüğünü istiyor olsa da halkının Lord Valinin öfkesini çekmeyi göze alamayacağını biliyordu. Bir mucize eseri onları yenseler bile Pandesia İmparatorluğu arkalarında duracaktı. Bir deniz kadar çok bölüklerce askeri oraya getirebilirlerdi.
Fakat aynı zamanda Kyra Anvinle gurur duyuyordu. Bugüne kadar kimse onlara karşı çıkmamıştı; nihayet biri çıkıyordu.
Asker ters bir şekilde Anvin’e bakmaya başladı.
“Lord Valinize meydan okumaya cüret mi ediyorsun?” diye sordu.
Anvin yerini korudu.
“Bu yabandomuzu bize ait, kimse onu size vermiyor,” dedi Anvin.
“O sizindi,” diye düzeltti asker, “fakat artık bize ait.” Adamlarına döndü ve “Şu hayvanı alın,” diye emir verdi.
Lordun Adamları yaklaştığı sırada Kyra’nın babasının adamları da ileri çıkıp Anvin ve Vidar’a destek oldu. Elleri silahlarında Lordun Adamlarının yolunu kapatıyorlardı.
Tansiyon çok artmıştı. Kyra, parmak eklemleri beyazlaşana kadar yayını sıktı. Orada dururken korkunç hisseti; bütün bunların sorumlusu kendisiydi, yabandomuzunu öldürmüştü. Çok kötü bir şeyin olacağını hissetti ve bu kötüye işareti köye getirdikleri için ağabeylerine lanet etti, özellikle de Kış Ayında. Tuhaf şeyler hep tatil zamanları, ölülerin bir dünyadan diğerine geçebildiği söylenen mistik zamanlarda gerçekleşirdi. Ağabeyleri neden ruhları bu şekilde kışkırtmışlardı ki?
Adamlar çarpışmaya hazırlandığı sırada, babasının adamları kılıçlarını çekmek üzereyken ve hepsi de kan dökülmesine bu kadar yakınken, otoritenin sesi havayı deldi ve sessizlikte gürledi.
“Av kızındır!” dedi ses.
Ses çok yüksekti, özgüvenle doluydu, dikkatleri yönetiyordu ve ses Kyra’nın dünyadaki her şeyden çok hayran olduğu ve saygı duyduğu bir sesti; babasının sesi. Komutan Duncan.
Babası yaklaşırken tüm gözler ona çevrildi. Kalabalık ona yol açıyor ve saygı gösterisinde bulunuyordu. Orada duruyordu. Diğerlerinin iki katı kadar uzun, diğerlerinin iki katı genişlikte omuzlara sahip, aklar düşmüş dağınık kahverengi sakal ve uzunca kahverengi saçlı, omuzlarında bir kürk taşıyan, belinde iki uzun kılıç ve sırtında da bir mızrak asılı, dağ gibi bir adamdı. Göğüslüğünde hanedanın simgesi olan bir ejderha oyması olan Volis siyahı olan bir zırhı vardı. Silahları birçok savaştan deneyimini yansıtan çentikler ve çiziklerle doluydu. Korkulması gereken bir adamdı. Hayran olunması gereken bir adamdı. Ve herkesin adil ve dürüst olduğunu bildiği bir adamdı. Sevilen ve hepsinden ötesi, saygı duyulan bir adam…
“Bu Kyra’nın avı,” diye tekrarladı. Ağabeylerine hoşnutsuz şekilde bir baktıktan sonra Lordun Adamlarını görmezden gelerek Kyra’ya döndü. “Bu avın kaderine karar verecek olan odur.”
Kyra babasının sözleri karşısında şoke olmuştu. Bunu hiç beklemiyordu. Böylesine bir sorumluluğu ona yüklemesini ve böylesine ağır bir karar verme işini ona bırakmasını hiç beklemiyordu. Bu kararın sadece bir yabandomuzuyla ilgili olmadığını; aynı zamanda halkının da kaderiyle ilgili olduğunu her ikisi de çok iyi biliyordu.
Her iki tarafta da gergin askerler, elleri kılıçlarında bekliyordu. Ve onun vereceği tepkiyi bekleyen, ona dönük yüzlere baktığında, az sonra yapacağı seçimin, az sonra söyleyeceği sözlerin hayatında yaptığı en önemli seçim ve en söylediği önemli sözler olacağının farkındaydı.
BÖLÜM DÖRT
Merk yönünü Beyaz Orman’a çevirip, orman yoluna doğru indi ve hayatını gözden geçirdi. Kırk yılı oldukça zor geçmişti. Daha önce hiç etrafındaki güzelliğe hayran olmak için orman yoluna girmemişti. Ayaklarının altında çıtırdayan ve asasıyla yumuşak orman zeminine vurdukça sesleri belirginleşen beyaz yapraklara baktı. Yürümeye devam ettiği sırada yukarıya baktı ve parlayan beyaz yaprakları, parlak kırmızı dalları ile sabah güneşi altında pırıl pırıl görünen Aesop ağaçlarının güzelliğine daldı. Yapraklar dökülüyor ve kar yağıyormuş gibi bir görüntü oluşturuyordu. Hayatında ilk defa gerçekten bir huzur hissetti.
Ortalama boyu ve yapısı, koyu siyah saçları, hiçbir zaman tıraş görmemiş yüzü, geniş çenesi, uzun ve çıkık elmacık kemikleri ve altlarında halkalar olan büyük siyah gözleriyle Merk her zaman sanki günlerdir uyumamış gibi görünür ve her zaman da öyle hissederdi. Fakat şimdi, nihayet artık dinlenmiş hissediyordu. Burada, Escalon’un kuzeybatı köşesindeki Ur’da kar yoktu. Isı okyanus üzerinden geliyordu ama oradan bir günlük mesafede, batıda, daha ılıman bir havayı garanti ediyor ve yaprakları rengârenk tonlara boyuyordu. Ayrıca Merk’in de geçici de olsa sadece bir pelerinden başka bir şey giymemesini sağlıyor ve Escalon’da sıkça yaptıkları gibi dondurucu rüzgârlardan korunmaya çalışmasına gerek bırakmıyordu. O hala bir zırh giyiyor olmak yerine pelerin giyiyor, bir kılıç yerine bir asa taşıyor ve düşmanlarını hançerlemek yerine yapraklara vuruyor olmanın üzüntüsünü yaşıyordu. Bunlar kendisine tamamen yeniydi. Hep olmak için can attığı bu yeni kişi olmanın nasıl bir his olduğunu anlamaya çalışıyordu. Huzurluydu fakat çok da garipti. Sanki olmadığı biri gibi davranıyor gibi hissediyordu.
Merk bir gezgin, bir keşiş değildi; huzur dolu bir adam ise hiç değildi. Kanında hala savaşçılık vardı ve sıradan bir savaşçı değil; kendi kuralları olan ve hiç savaş kaybetmemiş bir savaşçıydı. Savaşını atlı mızrak dövüş alanlarından, sık gitmeyi sevdiği tavernaların arka sokaklarına taşımaktan korkmamış bir adamdı. Bazılarının paralı asker dediği tipte biriydi. Bir suikastçı. Kiralık katil. Bazısı çok da onur verici olmayan birçok adı vardı fakat Merk etiketlere veya başkalarının düşüncelerine önem veren biri değildi. Önem verdiği tek şey en iyilerden biri olduğu konuydu.
Merk, rolüne uygun şekilde, birçok kez, kendi isteğiyle isim değiştirmişti. Babasının ona verdiği ismi sevmiyordu. Aslında babasını da sevmiyordu ve başkasının ona yapıştırdığı bir isimle hayatını geçirecek biri değildi. Merk kendine verdiği son isimdi ve bunu seviyordu. Şimdilik! İnsanların ona nasıl seslendiğini hiç umursamazdı. Hayatta önem verdiği iki şey vardı: hançerinin ucu için mükemmel noktayı bulmak ve ona yeni çıkmış altınla ve bundan çok miktarlarda, ödeme yapan iş verenleri.
Merk daha genç yaşında bir yeteneği olduğunu fark etmişti. Yaptığı şeyde başkalarından çok üstteydi. Ağabeyleri, babaları ve tüm ünlü ataları gibi, en iyi zırhları kuşanan, en iyi çeliği kullanan, atlarını şaha kaldıran, tumturaklı saçlarıyla bayraklarını dalgalandıran ve hanımlar ayaklarına çiçekler fırlatırken turnuvaları kazanan, gururlu ve soylu şövalyelerdi. Kendileriyle daha fazla gurur duyamazlardı.
Merk ise şatafattan ve ilgi odağı olmaktan nefret ederdi. Bu şövalyeler öldürmek konusunda çok yeteneksiz ve oldukça etkisiz görünüyorlardı. Merk’in hiçbirine saygısı yoktu. Şövalyelerin çok istediği itibar, nişanlar, bayraklar veya armalara da ihtiyacı yoktu. Bunlar, gerçekten önemli şeyleri eksik olan insanlara göreydi: bir insanın canını, hızla, sessizce ve etkili bir şekilde alma becerisi. Aklında, konuşulacak başka hiçbir şey yoktu.