Arkasında, Duke’ün adamlarının geri kalanları da, önlerinde Brandt ve Duke olduğu halde tepeye ulaşıp Erec’in yanında savaşmaya başladılar. Çok geçmeden, gidişat yön değiştirdi ve cesetler etraflarında yığılırken, kendilerini İmparatorluk askerlerini geri püskürtürken buldular. .
Erec tepede kalan en son İmparatorluk askeriyle hesaplaştı ve onu geri gitmeye zorlayarak sonra arkaya eğilip bir tekme attı ve adam İmparatorluk tarafından çığlıklar içinde sırt üstü aşağı yuvarladı.
Erec ve adamları orada durup, nefeslerinin geri gelmesini beklediler; Erec önlerindeki geniş açıklıktan ileriye uçurumun İmparatorluk tarafındaki kenarın ucuna yürüdü. Aşağıda ne bulunduğunu görmek istiyordu. İmparatorluk akıllı davranarak buraya, yukarıya adam göndermeyi durdurmuştu, fakat Erec’in içinde hala yedekte bazı kuvvetler olabileceği gibi endişe verici bir his vardı. Adamları da onun yanına gelip aşağı baktılar.
Erec’iyse en uçuk hayallerindeki hiçbir şey dahi onu aşağıda gördüklerine hazırlamamıştı. Yüreği ezildi. Öldürmeye muvaffak oldukları yüzlerce adama, küçük kanyonu başarıyla kapatıp yüksek araziyi ele geçirmiş olmalarına rağmen, geride hala on binlerce İmparatorluk askeri bulunmaktaydı.
Erec buna zor inanabiliyordu. Buraya kadar gelebilmek için her şeylerini ortaya koymuşlardı ve verdikleri bütün zarar İmparatorluğun sonsuz zırhında bir ezik bile meydana getirmemişti. İmparatorluğun bütün yapacağı buraya gittikçe daha fazla adam göndermekten ibaretti. Erec ve adamları daha düzinelerle, belki yüzlerce asker daha öldürebilirlerdi. Fakat neticede binlercesinin kendilerini aşmalarını engelleyemezlerdi.
Erec ümitsizlik içinde orada durdu. Hayatında ilk kez, burada, bu alanda, bugün ölmek üzere bulunduğunu biliyordu. Bundan kaçış yolu yoktu. Bundan pişmanlık duymuyordu. Kahramanca bir savunma yapmıştı ve ölecekse bundan daha bir yol veya yer bulunamazdı. Kılıcını kavradı ve kendisini hazırladı. Tek düşüncesi Alistair’in güvende olmasıydı.
Belki diye düşündü, bir sonraki hayatta onunla geçirecek daha çok zamanı olurdu.
“Ne yapalım, buraya kadar iyi götürdük,” diye bir ses geldi.
Erec döndüğünde Brandt’ın eli kılıcının kabzasında, kendisi gibi kadere razı olmuş, yanı başında durduğunu gördü. İkisi birlikte sayısız savaşta dövüşmüşler, birçok kez kendilerinden büyük kuvvetler karşısında kalmışlardı—ancak Erec arkadaşının yüzünde hiçbir zaman şimdi görmekte olduğu ifadeyi görmemişti. Bu kendi ifadesini aksettiriyor olmalıydı: ölümün burada olduğunun işaretini vermekteydi bu.
“En azından elimizde kılıçlarımızla gideceğiz,” dedi Duke.
Aynen Erec’in düşüncelerini yansıtıyordu.
Aşağıda, İmparatorluğun askerleri, sanki bunları hissetmiş gibi, yukarı baktılar. Binlercesi silahları çekilmiş, uygun adım uçuruma doğru yürümeye başladılar. Yüzlerce imparatorluk okçusu diz çökmeye başladı ve Erec kan dökülmesine ancak saniyeler kaldığını anladı. Kendini hazırladı ve derin nefes aldı.
Aniden gökyüzünde bir yerden, uzakta ufuktan kulak tırmalayıcı bir ses geldi. Erec yukarı baktı ve bir şeyler mi işitmeye başladığını merak ederek gökyüzünü araştırdı. Bir keresinde, bir ejderhanın çığlığını duymuştu ve sesin belki buna benzediğini düşündü. Bu hiç unutmadığı bir ses olmuştu, eğitimi sırasında, Yüzler zamanında işittiği bir ses. Asla tekrar duymayacağını sandığı bir sesti bu. Mümkün olamazdı. Bir ejderha mı? Orada Halka’da mı?
Erec boynunu eğdi ve uzakta, açılan bulutların arasından hayatının geri kalanı boyunca aklına kazınacak olan bir manzara gördü: büyük kanatlarını çırparak, büyük yanan gözleriyle onlara doğru uçmakta olan, kocaman bir mor ejderha. Görüntü Erec’in içini, herhangi bir ordunun doldurabileceğinden daha büyük bir dehşetle doldurdu.
Fakat daha yakından bakınca, bu bir zihin karışıklığına dönüştü. Ejderhanın sırtına binmiş iki kişi görebildiğini sanıyordu. Erec gözlerini kısınca onları tanıdı. Gözleri ona bir oyun mu oynamaktaydı?
Orada, ejderhanın sırtında, Thorgrin ve onun arkasında, onun beline sarılmış, Kral MacGil’in kızı Gwendolyn oturuyordu.
Daha Erec görmekte olduklarını hazmetmeye başlamadan, ejderha bir kartal gibi aşağı daldı. Ağzını açtı ve korkunç bir kulak tırmalayıcı ses çıkardı, bu o kadar keskin bir sesti ki, Erec’in yanındaki kaya çatlamaya başladı. Ejderha aşağı dalıp, ağzını açarak Erec’in hayatında görmediği bir şekilde nefesiyle ateş saçınca bütün yer sarsıldı.
Dalga dalga ateş onları sarar ve bütün vadi alevlerle aydınlanırken, ortalık binlerce İmparatorluk askerinin haykırış ve çığlıklarıyla doldu. Thor ejderhayı Andronicus’un adamlarının sıralarının altına üstüne yönlendiriyor, göz açıp kapayıncaya kadar çok sayıda askeri yok ediyordu.
Geri kalan askerler dönüp ufka doğru yarışarak kaçtılar. Thor peşlerinden gidip ejderhasının durmadan ateş saçmasını sağlayarak bunları da avladı.
Dakikalar içinde, Erec’in aşağısındaki bütün adamlar—kendi ölümüne yol açacaklarından bu kadar emin olduğu adamların kendileri ölmüştü. Onlardan geriye yanmış cesetler, ateş ve alevler dışında, bir zamanlar orada olan canlar haricinde hiç bir şey kalmadı. Bütün İmparatorluk taburu yok olmuştu.
Ağzı şok içinde açık, Erec yukarı baktı ve ejderhanın havada yükseğe çıkıp, büyük kanatlarını çırparak yanlarından uçup gitmesini izledi. Kuzeye yönelmişti. Üstlerinden geçerken adamları büyük bir sevinç gösterisi yaptılar.
Thor’un kahramanlığından, ejderhasını korkusuzca kontrol etmesinden – ve ejderhanın gücünden, hayranlık içinde Erec’in nutku tutulmuştu. Erec ikinci bir yaşam şansına kavuşmuştu—o ve adamlarının hepsi—ve uzun zamandır ilk defa kendisini iyimser hissetmekteydi. Şimdi savaşı kazanabilirlerdi. Andronicus’un bir milyon adamı olsa bile, böyle bir canavarla gerçekten kazanabilirlerdi.
“Askerler, ileri!” diye komut verdi Erec.
Ejderhanın izini takip etmek azmindeydi, sülfür kokusu, gökyüzündeki alev, onları her nereye götürürse. Thorgrin dönmüştü ve şimdi ona katılma zamanıydı.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Kendrick atının üzerinde, çevresindeki adamlarıyla hücuma kalktı. Binlercesi Andronicus’un taburunun geri çekildiği büyük şehir olan Vinesia’nın dışında toplanmışlardı. Yüksek, demir bir kale kapısı şehrin giriş kapılarını kapatıyordu, taş duvarları kalındı ve Andronicus’un Kendrick’in ordusundan çok daha fazla olan adamlarının binlercesi içeride ve dışarıda cirit atıyordu. Sürpriz unsuru artık onun tarafında değildi.
Daha kötüsü, Andronicus’un şehrin arkasından ortaya çıkmakta olan binlerce adamı daha vardı, ovaları istila eden takviyeler. Tam Kendrick onları kaçmaya zorladıklarını düşünürken, durum çabucak tersine dönmüştü. Nitekim artık ordu düzenli, disiplinli, çok büyük bir yıkım dalgası gibi Kendrick’in üzerine yürümekteydi.
Şimdi tek seçenek Silesia’ya geri çekilmek, İmparatorluk bir kez daha ele geçirinceye ve hepsi bir kez daha köle duruma düşünceye kadar geçici olarak orasını elde tutmaktı. Bu, asla olamazdı.
Kendrick bir çatışmadan hiç geri çekilmemişti, sayıca az kaldığında bile. Ne kendisi, ne de MacGil’in ordusunun buradaki, Silesia’daki, Gümüş’teki diğer cesur savaşçıları. Kendrick biliyordu ki, hepsi onunla birlikte ölünceye kadar savaşacaklardı. Ve kılıcının kabzasını kavrayışı sıkılaştıkça, bu gün tam olarak ne yapması gerektiğini bilmekteydi.