On beş yirmi dakikalık kısa nöbetler hâlinde herhâlde iki saat kadar uyumuşumdur. Dört bir yandan gelen sesler rahat vermedi; ayak sesleri, insan sesleri, gaklamalar, acı çığlıklar, vızıltılar, fısıltılar ve durmadan bir yükselip bir alçalan mırıltılar duyup durdum. Birkaç kez bir çocuğun canhıraş ağlamalarını ve fillerin hortumlarını öttürdüğünü duyduğumu bile zannettim. Bunlarının tümü gerçek miydi yoksa ben kafamda mı kuruyordum bilmiyorum. Zaman zaman, uyku arasında vahşi bir yaratık beni mideye indirecekmiş gibi huzursuz edici bir kükreme duyuyordum. Bazen de ıstıraptan soluğum kesiliyor, neredeyse gerçekten canım acıyana kadar kalbimde bir sıkışma hissediyordum. Etrafımdaki her ses, her hareket, her şey bir işkence gibi, aniden bastıran bir boğulma hissi gibi geliyordu. Birazcık uykuya dalabildiğim an bir şey oluyor, korku içinde uyanıyordum. Bazen kasvetli gecenin karanlığında parlayan gözler gördüğümde moralimi bozmamak adına gözlerin sadece bir baykuşa ya da o bölgede bulunan kuş türlerinden birine ait olduğunu düşünmeye çalışsam da moralimi yüksek tutma çabalarım kısa sürdü; sonrasında kedigiller ailesinin niyeti bozmuş üyeleri ya da avlanmakta olan tehlikeli bir yılan görüp durdum. Zaman zaman da yakınlardan gelen silah sesleriyle kesik kesik patlamalar duyuyordum ama dikkatle dinlediğimde aslında duyacak hiçbir şey olmadığı ortaya çıkıyordu.
Javier, diye seslendiğini duydum AIexin.
Uykumdan afallamış hâlde kalkıp Efendim? Neredesin? dedim.
Javier, dendiğini duydum yine.
Huzursuzluk, heves ve arkadaşımı görmenin gergin heyecanıyla dönüp etrafıma baktım. Ta ki Alexin öldüğünü ve benim de ormanın göbeğinde çaresiz yapayalnız kaldığımı hatırlayana kadar. Kimsenin yardımıma koşabilecek olmaması, içimdeki acıyı, umutsuzluğumu paylaşacak birinin olmaması beni korkutuyordu. Paniğin beni ele geçirmesine izin veremezdim, hayatta kalmak için kötü düşünceleri aklımdan çıkarmak zorundaydım ama yapamadım. Boğucu bir yalnızlık hissi beni korkuya daha da teslim olmaya zorladı.
Javier, Javier.
Adımı seslenişi gece boyunca bitmedi, bir şey sorar, beni bir şeye davet eder gibiydi. Ne yöne gideceğimi bilsem onunla giderdim.
2. GÜN
ORMANIN HARİKALARINI KEŞFEDİŞİM
Hayır, öldürme onu! diye bağırdım ağaçtan küt diye düşüp yere çarpmama neden olan şiddetli bir titremeyle.
Ağaçtan düşmenin verdiği acıya aldırış etmeden kendi kuruntumdan kurtulmak için bir o yana bir bu yana silkindim. Aklım tamamen bulanmış hâlde etrafıma bakındım ve yaralı bir hayvan gibi inleyerek yere çömelmiş şekilde bir an öylece kaldım. Tutulmuş sırtımı ovarken gördüğümün sadece bir kâbus olduğunu, ama çok gerçekçi bir kâbus olduğunu, fark ettim çünkü rüyamda Juanın ölümü ve uçak kazasını yeniden yaşamış, Alexin hareketsiz bedenini yeniden kollarıma almıştım. Alnımdan boncuk boncuk terler akıyor, ellerim titriyordu. Bir süre derin derin nefesler aldıktan sonra yola devam etmeye karar verdim. Tek dileğim hayatımdan bir parçayı kaybettiğim uçaktan olabildiğince uzaklaşmaktı. Geçmişim berbat olmuş, geleceğimi ise kasvet bürümüştü.
Uyuduğum pozisyondan mı, ağaçtan düştüğümden mi yoksa her ikisinden mi bilinmez, sırtım bayağı bir ağrıyordu ve pek tadım yoktu. Sızlanmaya devam ederek çantaları almak için ağaca geri tırmandığımda yiyecek dolu olan çantanın kayıp olduğunu fark ettim. Şaşkınlıktan sarsılıp az kalsın ağaçtan tekrar düşüyordum. O çanta olmadan hiçbir şey yapamazdım. Beni bir korku sardı, dallar arasında çantayı aradım ve tam da artık bulamayacağım derken yere düşmüş ve içinde ne var ne yoksa etrafa saçılmış olduğunu gördüm. Muhtemelen ya ağaçtan düşerken benimle birlikte sürükleyip ya da gece uykumda dönüp çantayı aşağı ben atmıştım. Öteki çantayı omzuma takıp dikkatle aşağı indim ve görebildiğim ne varsa topladım: üç kutu meşrubat, bir tane soğuk sandviç, yarısı yenmiş ve her yerini karınca talamış birkaç kurabiye, salatada kullanmalık paket tuzların olduğu bir kutu ve sonradan ayva dolu olduğu anlaşılan iki kutu. Hayvanlar götürmüş olacak ki gerisi kaybolmuştu. Ben de çantanın gece düştüğü sonucuna vardım.
Elimdekileri sayarak işime neyin yayıp neleri atabileceğimi görmeye karar verdim. Gereksiz ağırlık taşımak saçma gelmişti ve elimin altında ne var ne yok bilmem gerekiyordu. Çantamdan yiyeceğin dışında babama almış olduğum bıçak, ahşap figürlerin tamamı, Orta Afrika gezi rehberi, bir paket peçete, 8X30 ebadında bir dürbün, haki kumaştan bir bez şapka ve bir I love Namibia tişörtü çıktı. İlaç kitinde hâlâ yarısı dolu bir kutu aspirin, hiç açılmamış bir kutu ishal ilacı, bir bandaj, üç yara bandı ve birkaç tane mide bulantısı hapı vardı. Tabi bir de belgeler. Juan'ın çantasında da kendi belgeleriyle uçaktan aldığı üç battaniye ve yastık, Svahilice konuşma kılavuzu, güneş gözlüğü, bir şapka, çikolatalar, neredeyse boşalmış bir litrelik plastik su şişesi, bir tane çatal, bir tane büyük birkaç tane de küçük ahşap fil figürü, neredeyse dolu bir sigara paketi ve bir de çakmak vardı.
İki çantayı birden yanıma alamayacağımdan her şeyi daha iyi durumda olan kendi çantama doldurdum ama battaniyelerden birini, çok yer kaplayan bir yastığı ve o ortamda hiçbir işime yaramayacak ahşap figürleri yanıma almadım. Bunları gömüp üzerlerini çer çöple kapladım. Atılacaklardan bazılarını atarken her birinin kime ait olduğunu hatırladım: Elenaya, aileme ve arkadaşlarım Alexle Juana. Tekrar ağlamaya başlamam çok sürmedi çünkü hiçbirini bir daha göremeyecektim. Tabi Alexle Juanı çok geçmekten görürdüm; cennette ya da artık öldükten sonra nereye gidiliyorsa orda.
Çikolatalar sıcaktan tamamen erimişti, ben de hepsini birden yiyerek ambalajlarını yalayıp tertemiz ettim. Tatları inanılmaz güzel geldi. Şişede kalan azıcık suyu da içtim. O esnada durup bir sonraki adımımı düşünmek zorunda olduğumu fark ettim. Aklıma bazı sorular geldi: İsyancılar hayatta kaldığımı biliyor muydu? Nereye gitmeliydim?
İlk soruya hiçbir cevabım yoktu. Belki beni gören yolculardan birine itiraf ettirmişlerdi, belki etrafı kolaçan edip izimi ya da içtikten sonra (o an tek düşündüğüm şey kaçmak da olsa çok büyük bir hata yapıp) yere attığım meşrubat kutusunu bulmuşlardı, belki dört bir yana dağılmışlardı ve her şekilde beni bulacaklardı ya da belki hiçbir şey bilmiyorlardı. Ne olursa olsun artık daha dikkatli olmak ve nereye gidersem gideyim mümkün olduğunca az iz bırakmak zorundaydım.
Gideceğim yöne gelince, uçak döne döne inerken ufukta, ormandaki kocaman bir açıklıkta bir kasaba gördüğümü hatırlar gibiydim. Bilmediğim şeyse orasının isyancıların üssü olup olmadığıydı fakat bize saldırdıkları tarafa çok yakın olduğundan bu ihtimal çok olasıydı. Afrikanın güneyinden kuzeyine doğru gitmekte olduğumuzdan, kuzeye ilerlemeyi sürdürürsem ormanın sonuna ulaşıp başka bir ülkeye geçeceğimi ve yardım bulma olasılığımın artacağını hesap ettim. Arkadaşlarımı çok özlemiştim. Alex'in içi içine sığmayan heyecanı, iyimserliği ve neşesi ile Juanın serinkanlı analitik düşünme kabiliyeti, sükûneti ve bir sorunla karşılaştığı zaman kullandığı karar alma becerileri tam o anda çok da işe yarardı. O an yanımda olmalarına, hiç yoktan peyda olmuş bu kaçışı olmayan belayla yüzleşmem için bana cesaret vermelerine nasıl da ihtiyacım vardı! İçinde bulunduğum durum onlarla çok daha kolay bir hâle gelirdi, hatta eve döndükten sonra anlatacağım bir macera bile olurdu ama onlar ölmüş, öldürülmüş, sinir bozucu sinekler gibi itlaf edilmiş, hayatlarının baharında soldurulmuşlardı. Bense her şeye rağmen hayatta kalmak mecburiyetindeydim. Şerefsizler, o çocukları! Sakin, Javier, sakin! Sakinliğimi korumak zorundaydım, bir nebze de olsa şansım olsun istiyorsam tek seçeneğim buydu. Pekâlâ, güneş doğudan yükselip batıdan batar, yani eğer aşağı yukarı şu taraftan doğmuşsaaa şu taraftan batmıştır. Bu yön bulma yöntemiyle bir yere varırsam kabiliyetle falan alakası olmaz, tam bir mucize olurdu. Her neyse, emin olmak için görebildiğim en yüksek ağaçlardan birine tırmandım.